Ali Kuşçu ve diğerlerine unutulmuş alkışlar...
Yıl 1609...
Galileo Galilei, yeni geliştirdiği teleskopu göğe çevirdiğinde, içinden geçen ilk şey şuydu belki...
“Bakın, yıldızlar bile bizim hakkımızda konuşuyor!” Ay yüzeyindeki çukurları gördü, Jüpiter’in dört uydusunu fark etti, Güneş’te lekeler tespit etti...
Ardından dünya bir daha eskisi gibi olmadı.
***
Ama durun... Gerçekten “ilk” miydi bu göğe bakan?
Galileo’nun “keşfettim” dediklerinin bir kısmı, ondan yüzyıllar önce başka ellerde doğmuştu.
Mesela Nasîrüddin Tûsî, 13. yüzyılda Meraga Rasathanesi’nde gök cisimlerinin karmaşık devinimlerini açıklamak için geliştirdiği geometrik modeliyle Kopernik’e adeta bir şablon bırakmıştı.
Öyle ki, modern astronomların bazıları Kopernik’in çizimlerini görünce şöyle demekten kendini alamadı.
“Bu Tûsî çifti... Hem de neredeyse noktasına virgülüne kadar.”
Kopernik bunu itiraf etmedi. Galileo hiç söz etmedi. Ama Ali Kuşçu’nun göğe yazdığı notlar, hâlâ sessiz harflerle duruyor kitap arşivlerinde.
***
Bugün Galileo, Newton, Kepler gibi isimler bilim tarihinin yıldızları. Oysa el-Battânî, İbn Sinâ, İbn el-Heysem gibi Müslüman bilginler, onlardan yüzyıllar önce evrenin dilini çözmeye başlamıştı.
İbn el-Heysem, “göz ışık sayesinde görür” diyerek optiğin temelini atmış, deneyin ve gözlemin değerini vurgulamıştı.
Hatta bugünkü bilimsel yöntemin kurucusu olarak bile anılmalıydı. Ama kim anıyor?
Çünkü bu iş sadece bulmakla değil, duyurmakla da ilgili. Yani bugünün diliyle söyleyelim. PR meselesi...
Batı dünyası, kendi kahramanlarını kutsarken, Doğu’nun göğe yazdığı destanı sessizliğe gömdü. Matbaanın geç gelişi, bilim dilinin Arapçadan Latinceye çevrilirken çarpıtılması ve coğrafyamızda felsefeye açılan pencerenin yavaşça kapanması...
Hepsi bu sessizliğin tuğlalarıydı.
***
İlk dönem İslam âlimleri, bilimi dinin bir parçası olarak görmüşlerdi. Ayetleri göğü incelemeye davet olarak yorumladılar. “Oku!” emrinin sadece Kur'an-ı Kerim için değil, kainat için de olduğunu anladılar.
Meraga’da teleskop yapılırken, Bağdat’ta cebir yazılırken dinle bilim kol kola yürüyordu.
Ama sonra ne olduysa oldu.
Din, anlamaktan çok itaat etmeye çağıran bir kalıba sokuldu. Doğayı çözmeye çalışanlar "sorguluyor" diye yaftalandı. Bu coğrafyada "ilim" medresede öğretilen sınırlı bir metin bilgisine dönüştü. Gözleme dayalı ilim, içe kapanmış öğretilerle bastırıldı.
O sırada Batı, bizim kitaplarımızı Latinceye çeviriyor, adım adım bu bilgi birikimini kendi adıyla yeniden markalaştırıyordu.
***
Kartal Endüstri Meslek Lisesi'nde, el-Battânî'nin adını ilk kez duyduğumda şöyle demiştim.
“Hocam, biz bunu neden bilmiyoruz?”
Kabri Nur olsun, kıymetli hocam Galileo’nun şu meşhur sözünü hatırlattı gülerek...
“Olsun evladım, dünya yine dönüyor.”
Gerçekten Dünya dönüyor. Bilgi de dönüyor. Ama bilginin yönü, çoğu zaman kimin sesi daha yüksekse oraya dönüyor.
Tarihte bugün Engizisyon Mahkemesi'nde yargılanan Galileo’yu konuşmak çok yerinde...
Ama ona uzanan yolu, o yolun taşlarını döşeyenleri anmadan eksik kalır.
Bilimin keşifleri kadar, hafızaları da adalet ister. El-Heysem’in ışığı, Tûsî’nin geometriyle çizdiği gök, Kuşçu’nun yıldızlara yazdığı haritalar...
Bunlar, sessiz birer tezahürat gibi duruyor tarihin kıyısında...
Yani mesele şu,
Galileo göğe baktı, ama yalnız değildi.
Bizse yıllardır göğe bakmıyor, sadece başkalarının bize anlattığı gökyüzünü izliyoruz.
Oysa ne güzel anlatmış Gazi Mustafa Kemal...
Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (yol gösterici, kılavuz) ilimdir, fendir.
İnancımızdan kopmadan, ilim ve fenden faydalanan bir dünya hayal etmek çok mu zor?
Fatih Sultan Mehmet Han'ın İstanbul'u alırken ki bilim aşkına bakınca, zor değil gibi görünüyor...
Kalın sağlıcakla...