Thomas Hobbes’un Leviathan adlı eseri, insan doğası ve toplumsal sözleşme üzerine yazılmış en çarpıcı felsefi metinlerden biridir. Hobbes’a göre insanlar doğaları gereği bencil, çıkarcı ve çatışmacıdır. Bu nedenle, kaosu engellemek ve toplumu düzen içinde tutmak için güçlü bir merkezi otoriteye, Leviathan adını verdiği mutlak bir egemene ihtiyaç vardır.
Hobbes’un önerdiği toplumsal sözleşme, bireylerin kendi özgürlüklerinden feragat ederek bu otoriteye rıza göstermeleri esasına dayanır. Amaç, bireyin değil, toplumun güvenliğini ve devamlılığını sağlamaktır.
Bunu biz şimdilerde DEVLET olarak tanımlıyoruz.
Birlikteliği sağlayan, dengeyi koruyan, kaosu önleyen güçler bütünü...
***
Bazı toplumlar, Hobbes’un tarif ettiği bu sözleşmeyi yapmış görünür ama içerik boşaltılmıştır. Devlet vardır ama yok gibidir. Hatta daha kötüsü, vardır ama varoluş nedenini unutmuştur. Bizim memlekette de son yıllarda yaşananlar tam olarak bu duruma tekabül ediyor. Bir devlet var, evet, ama yurttaşlarının temel haklarını güvence altına almak şöyle dursun, onları sürekli tetikte tutan, korkutan, şekillendiren bir yapıya bürünüyor.
Oysa Hobbes’un Leviathanı, korkulan bir canavar değil, korkuyu ortadan kaldıran bir yapı olmalıydı. Bugün ise biz, bir şeylerin adı var ama kendisi yok haline geldik. Adalet var ama adil değil. Meclis var ama yetkisiz. Hukuk var ama hukukçulara güven yok. Üstelik en acısı, siyaset var ama ortak iyiyi değil, kişisel faydayı arıyor.
Devletin temel işlevleri zayıflamış, hukuk ve adalet gibi kavramlar birer nostaljik hatıra haline gelmişken, halkın elinde tek kalan şey, kişisel siyasetidir. Ama bu siyaset, yüksek ideallerle değil, daha çok “benim ne çıkarım var”la şekilleniyor. Herkes kendi kurtuluşunun peşinde. Bir ortak gelecek tahayyülü yok. Toplumsal çıkar, kişisel ihtirasların gürültüsü içinde boğulmuş durumda.
***
Karl Marx, bir zamanlar “herkes her şey şeyleşiyor” demişti. Bu ifade doğrudan onun kaleminden çıkmasa da, köklerini Das Kapital’in özellikle "meta fetişizmi" bölümünde bulur.
Marx burada, kapitalist sistemin insan emeğini nesneleştirdiğini, insanların ürünlerinin karşısında yabancılaştığını anlatır. Bu düşünce daha sonra onun izleyicilerinden Georg Lukacs tarafından sistemleştirilerek 1923 tarihli Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde "şeyleşme" (Verdinglichung) kavramına dönüştürülür.
Lukacs, bu durumu şöyle örnekler... Eskiden baştan sona bir saati yapan zanaatkar, artık yalnızca bir vidasını sıkmakla görevli işçiye dönüşmüştür. Ne ürettiğini, kimin için ürettiğini bilmeden çalışır. Ürettiği şeyden, hatta kendinden kopar...
Türkiye’de ise bu kavramın dili bulan Selahattin Hilav olmuştur. Sartre çevirileri sırasında “şeyleşme” kelimesini uydurmakla kalmamış, aynı zamanda bir çağın ruh halini de tarif etmişti. İnsan, eşyaya benzedikçe düşünceye, adalete ve insana yabancılaşır. Bürokratik hayatta bu çok açık görülür. Kişi yalnızca unvanıyla, statüsüyle tanınır, düşüncesiyle değil. Memur insana dönüşürken insan memuriyette kaybolur.
Bu durum sadece felsefi değil, edebi metinlerde de karşımıza çıkar. Kafka’nın Dava adlı romanında Josef K., neden yargılandığını bile bilmeden sistemin içinde ezilir. Kendi adaletini ararken sadece bir “dosya”ya, bir “evraka” dönüşür. İnsani olan her şey, prosedürle silinir. Kafka'nın dünyasında birey, sistemin içinde ‘şey’leşir.
Benzer bir gözlem de Walter Benjamin’de vardır. Ona göre modern çağda anlatıcı ölmüş, yerini bilgi aktaran ama anlam sunmayan gazeteci almıştır. Bilgi bir şeyleşmiş içeriğe dönüşür... İnsanın duygusal ve zihinsel katılımı silinir.
Eşyalaşmış bir toplumda birey hak ararken, toplum haksızlığa uğrar. Çünkü herkes kendi haklılığını savunur ama ortak bir haksızlığa karşı omuz vermez.
***
Bugün geldiğimiz yerde, bu şeyleşme sadece bireyin değil, bütün kamusal alanın meselesidir. Eğitim, adalet, medya, sanat... Hepsi işlevini unutmuş, birer “şey”e dönüşmüş durumda. Ne işe yaradıklarını hatırlatmak bile bir başkaldırı sayılıyor...
Bu düzlemde, hakikatin sesi cılız çıkar. Çünkü şeyleşen toplumda konuşan da, dinleyen de, hatta itiraz eden de semboliktir. Gerçekler değil, imgeler yarışır.
O yüzden “bir şey olmuş” demek, “ne olmuş”tan daha kolay gelir artık...
İBB’nin el değiştirdiği 2019 seçimlerinde AK Partili Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz’a atfedilen, ancak onun ben böyle söylemedim dediği halde kimsenin orası ile ilgilenmediği "Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama fark edemedik " sözü, aslında bunun en güzel örneklerinden biridir.
Seçim sonuçları, halka göre bir değişimin sinyallerini taşıyor olabilirken, muhalefette "hiçbir şey olmamış", iktidar çevrelerinde ise kasıtlı bir ifade ile seçime müdahale edilmiş gibi bir algı yaratılmak istenmişti. Ama bir şeyin olduğuna dair hissiyatın, kelimelere dökülemeyen bir gücü vardı.
Şeyleşme artık siyasete de hakimdi. Ne olduğunu anlatmak için somut bir bilgiye değil, şey’e sarılmıştı...
İşte tam bu noktada, her şeyin şeyleştiği bir toplumda, "bir şey oldu" demek, gerçekten de bir şeyin olmuş olduğu anlamına gelmeyebilir, ancak etkisi ve algısı, toplumun genel ruh halini belirleyebilir.
Fakat insanın kendini hatırlama kudreti vardır.
Siyaseti yeniden kamusal alanın dili yapabilir, kelimelere anlamlarını geri verebilir.
Bu kolay değil, ama imkansız da değil.
Yeter ki “şey” demek yerine “bu budur” diyebilecek cesaretimiz olsun.
Kalın sağlıcakla...