İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte Türkiye yeni bir dönemece mi giriyor? Bu gelişme, sadece bir yargı süreci değil; aynı zamanda ülkenin siyasi dengelerini, hukuk sistemine duyulan güveni ve toplumsal barışı doğrudan ilgilendiren bir kırılma noktası olarak ele alınmalı...
İstanbul merkezli olarak19 Mart sabahı yürütülen operasyonla birlikte İmamoğlu, “ihale yolsuzluğu” ve “terörle iltisak” suçlamalarıyla gözaltına alındı. Operasyonun içeriğinde yer alan iddialar arasında, özellikle “kent uzlaşısı” adı altında yürütülen çalışmaların, terör örgütleriyle bağlantılı yapılara destek olduğu iddiası dikkat çekti. Ancak, bu türden suçlamaların kamuoyunda ne kadar karşılık bulduğu tartışmalı tabii ki… Çünkü bu sadece bir dosya değil, aynı zamanda bir siyasi pozisyonun hedef alınması gibi göründü.
İmamoğlu’nun ismi 2019’dan bu yana sadece İstanbulla değil, muhalefetin genel liderliği sorumluluğuyla da anılıyor. Yerel seçimlerde elde ettiği zafer, uzun yıllardır devam eden tek taraflı iktidar hakimiyetine ciddi bir alternatif doğurmuştu. Şimdi ise, İmamoğlu’nun ismi hem Cumhuriyet Halk Partisi'nin liderlik yarışında hem olası bir cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde en ön sırada yer alıyor. Tam da bu sebeple, gözaltı sürecinin zamanlaması dikkat çekici hale geliyor.
Tartışmanın merkezinde şu sorular yer alıyor: Bu operasyon, İmamoğlu'nun siyasi yükselişini durdurmak için mi yapıldı, yoksa kendisi bir adım öne çıkarak, önseçim ve siyasi örgüt yapısını şekillendirme hamlesini, yaklaşan bir yargı sürecine karşı pozisyon almak için mi hızlandırdı?
CHP, operasyonu açıkça “siyasi darbe” olarak nitelendirirken, iktidar cephesinden “herkes yargı önünde eşittir” mesajları verildi.
Ancak sokakta durum şimdilik çok başka...
İstanbul, Ankara, İzmir ve pek çok şehirde gençler, üniversite öğrencileri, sendikalar ve yurttaşlar sokaklara çıktı. Protestoların dili açık: “Halkın iradesine müdahale var” deniyor.
Özellikle İstanbul’da yapılan eylemlerde, 2013’teki Gezi Parkı sürecinden bu yana görülmeyen bir gençlik hareketliliği gözlemlendi.
Bu noktada, sadece siyasetin değil, sosyal düzenin de tehlikeye girdiği söylenebilir.
Sokakta büyüyen öfke, sadece İmamoğlu’na destek vermekle sınırlı değil; yıllardır biriken adalet arayışının, ifade özgürlüğü taleplerinin ve ekonomide son 3 yılda oluşan çöküşün oluşturduğu tepkinin de bir yansıması gibi görünüyor. Ancak, bu tepkinin yönetilme biçimi, ülkede yeni bir kaosun fitilini ateşleyebilir.
Türkiye'nin son 10 yılındaki deneyimleri gösteriyor ki, halkın geniş kesimlerinin yargı kararlarına güveni azaldığında, kriz sadece hukuk sistemiyle sınırlı kalmıyor. Sokakta başlayan her itiraz, kısa sürede ülke genelinde siyasal bir dalgaya dönüşebiliyor. Bugün İmamoğlu örneğinde ortaya çıkan refleks, yarın başka figürlerde, başka alanlarda çok daha sert biçimlere evrilebilir.
Şimdi bu yaşananların ortasında konuşulan mesele şu: Yargı gerçekten bağımsız mı? Türkiye’de bir siyasi figür güç kazandığında, karşısına hep yargı mı çıkıyor? En önemlisi de bu süreçler toplumda nasıl bir kırılma yaratıyor?
Bu operasyonun İmamoğlu’nun siyasi geleceğini nasıl etkileyeceği henüz bilinmiyor. Ancak kesin olan şu ki, yaşananlar sadece bir kişinin kaderiyle sınırlı değil. Türkiye’nin demokratik normları, yargıya güveni ve toplumsal huzuru, bu olaydan doğrudan etkileniyor.
Ve belki de en kritik soruyu sormanın tam zamanı: Bu yolun sonunda, iktidar için bir zafer mi var; yoksa kontrol edilemeyecek kadar büyüyen bir toplumsal çatlak mı?
İmamoğlu’nun gözaltına alınması, kısa vadede muhalefeti örgütsel anlamda zorlayabilir. Özellikle CHP içinde henüz tam oturmamış yeni yönetim, bu krizle birlikte ya dağılabilir ya da toparlanma fırsatı bulabilir. İmamoğlu’nun siyaset dışına itilmesi ya da yıpratılması, parti içi dengeleri yeniden kurabilir. Ancak kamuoyunda oluşan mağduriyet algısı ters tepebilir ve onu, “siyasi yasaklı” pozisyonundan “direnen lider” konumuna taşıyabilir. Türkiye siyasetinde bunun örnekleri çoktur. Yargı eliyle tasfiye edilmeye çalışılan birçok figür, bir süre sonra çok daha güçlü şekilde geri dönmüştür...
Burada muhalefetin nasıl bir strateji izleyeceği belirleyici olacak. Eğer bu süreç bir toplumsal harekete dönüştürülebilir ve demokrasi, hukuk devleti gibi kavramlar etrafında ortak bir zemin kurulabilirse, iktidarın planladığı siyasi zayıflatma tersine dönebilir. Tam aksine, yeni bir muhalefet dalgasının doğmasına neden olabilir.
İktidar cephesine bakıldığında ise daha karmaşık bir tablo var. Kısa vadede siyasi rakipleri tasfiye etmiş gibi görünse de, bu tür adımların iç kamuoyunda yaratacağı gerilim, ekonomik krizle birleştiğinde büyük bir toplumsal kırılmaya yol açabilir. Sokakta büyüyen öfkenin yönetilememesi, yalnızca muhalefet için değil, iktidar için de istikrarsızlık demektir. Toplumun bir kesiminin iradesinin bastırıldığı duygusu, sandığa yansımaktan çok daha fazlasını doğurabilir: sistem krizine dönüşebilir.
Özetle bu operasyon, Türkiye'deki muhalefetin liderlik krizini derinleştirme ihtimali kadar, yeni bir siyasi bloğun oluşumunu da hızlandırabilir.
İmamoğlu siyasi yasaklı hale getirilirse, 2028’e giden yolda CHP başta muhalefet, yeni bir isim üzerinde kenetlenmek zorunda kalacak. Ancak eğer bu süreç, onu daha da güçlendirerek siyasetin merkezine taşıyacaksa, 2028 seçimlerine bugünden damgasını vuran bir sürece tanıklık ediyor olabiliriz.
Şu kesin ki Türkiye artık yeni bir dönemin eşiğinde. Bu eşik, ya yargının siyasetten arındığı bir demokratik restorasyona kapı aralayacak ya da toplumun kutuplaşmasının daha da derinleştiği, sokakların daha fazla konuştuğu bir dönemi beraberinde getirecek.
Bu, artık yalnızca siyasetçilerin değil, sokakta yürüyen her yurttaşın, sessiz kalan her kesimin ve sandıkta oy veren her seçmenin vereceği bir karar olacak.
Umarım, kaostan hızla uzaklaşıp her kesimin asgari müştereklerde uzlaştığı bir refah toplumuna dönüşürüz. Birlik ve beraberliğimiz yara almadan bu süreci atlatırız.
Kalın sağlıcakla...